6. İzmir Uluslararası Kadın Yönetmenler Film Festivali’nden 3 Film

Yazar: Necla Algan

İzmir Uluslararası Kadın Yönetmenler Film Festivali bu yıl 8-12 Mart tarihleri arasında gerçekleştirildi ve festivalde 32 ülkeden, konulu, belgesel, kısa, animasyon da olmak üzere toplam 125 film yer aldı.

Festivalin kurucu direktörü Gülten Taranç, “Bu yıl temamız ‘Dalgaları Aşmak’. Gerçekten ülke olarak olağanüstü zor bir dönemden geçiyoruz. Sanata ve sinemaya ihtiyacımız var, çünkü her birimiz yaşanan deprem felaketinden çok etkilendik ve derinden sarsıldık. Sanatın iyileştiriciliğine inanıyoruz. Bizler bu toplumun bellekleriyiz, bu dönemi asla unutmayacağız, unutturmayacağız.” sözleriyle bu acılı yılda festivali sürdürme kararını açıklıyor.

Bu yazıda ise, her biri başka bir dünyanın kapılarını açan bu filmlerden üçüne yoğunlaşacağız.

Katia ve Rimma

Fransa’da yaşayan Tacik asıllı yönetmen Gulya Mirzeova’nın filmi, festivalin Uluslararası Belgesel dalında, “Kamera Göz” büyük ödülünü kazandı. Filmde Başkent Duşanbe’de anne ve babasını çok küçük yaşta kaybetmiş, hayattaki tek ebeveyni olan 85 yaşındaki babaannesi Rimma ile yaşayan Katia’nın hikayesi anlatılıyor. Rimma, Duşanbe’de 60 yıldır yaşadığı eski küçük evinden ve dolayısıyla o evde yaşadığı sürece biriktirdiği tüm anılarından kopmak zorundadır. Çünkü şehir Sovyet sonrası büyük bir dönüşüm içerisindedir. Eski evler hızla yıkılmakta ve yerine büyük, çok katlı apartmanlar dikilmektedir. Çocukluğunu ve gençliğini bu yerlerde geçiren, Moskova’da sinema ve edebiyat eğitimi gören Mirzeova için de bu kişisel bir acı olmalı ki, eskiden beri tanıdığı Katia ve torunun hikayesinin peşine düşmüş.

Nitekim yönetmen bu yeni dönemde geçmişin tüm izlerinin silip süpürülmeye çalışıldığını, eski kahramanlarının yerini yeni idollerin almaya başladığını ve bu sürecin bir tahribat olduğunu söylüyor. Eski binalar, mahalleler, anıtlar, geçmişi hatırlatan her şey yok ediliyor. Yerine dev gökdelenler, ülke liderleri için sayısız saraylar, yeni kahramanlar için anıtlar dikiliyor. Tarihin yeni evresi, önceki evresini silmek üzere bütün acımasızlığı ve ihtişamıyla kendini gösteriyor. Bu bakış açısı ile yola çıkan yönetmen filmin çekimine 2008 yılında başlamış ancak tamamlanması 14 yıl sürmüş.

Benzer bir durumu, yine festivalin ulusal belgesel bölümünde yer alan “Kim Mihri” filminin yönetmeni Berna Gençalp de söyledi. Filmin tamamlanması 10 yıl sürmüş. Bu da bize gerçeğin peşine düşen belgesel sinemanın ne kadar büyük bir emek ve zaman istediğini gösteriyor.

Rimma, eski toprak tanımına uygun, bilge ve olgun bir kadın. Tacik yazarlar birliğinde çalışıp emekli olmuş. Oğlunu ve eşini kaybetmiş, torununun ergenlik çağıyla bilgelik ve sevgiyle başeden Rimma’nın, Katia‘nın gelecekte düzgün bir insan olacağına inancı tam. Ama ömrünün büyük kısmını geçirdiği bu evden ayrılmak onun için hiç kolay değil. Mesela, eşiyle bu eve ilk yerleştikleri zaman diktikleri o muhteşem ağaca ne olacaktır?
Katia ise, büyük annesiyle paylaştığı bu eski evde kendisine ait bir oda bile olmadığı, evin eski püskü ve çöp dolu olduğunu düşünür. Yeni, aydınlık, geniş bir evde daha mutlu olacaktır. Katia, gençliğin getirdiği, hayata, geleceğe karşı umut ve arzu dolu olması nedeniyle, her ne kadar büyük annesine zaman zaman hırçın davranışlarda bulunsa da, aslında onu çok sevmektedir. Zaten ondan başka da kimsesi yoktur.

Rimma ise zaman zaman torununa karşı hoşgörülü ve dikkatli bir biçimde eleştirel davransa da ona olan güveni tamdır. Ona karşı büyük bir sevgi ve umut beslemektedir. O öldükten sonra , Katia’nın yalnız kalacağı endişesini taşımaktadır.

Evin toplanma süreci içinde büyükanne ve torun biraz çatışma yaşarlar. Rimma için her eşya geçmişi içinde taşımaktadır. Oysa Katia ayaklarıyla eşyaları dışarı itecek kadar onları çöp olarak görmektedir. Arkadaşlarıyla geç saatlere kadar sokakta takılan Rimma müzik eğitimi almaktadır. Tüm isyankarlığına rağmen, arkadaşlarından bir farkı vardır. Arkadaşlarının hemen hepsi Duşanbe’de onlar için bir gelecek olmadığını, Moskova’ya gitmek istediklerini söylerken, Katia ülkesinde kalacağını ve burada müzik yapmaya devam edeceğini söyler.
Rimma kitaplarını toplarken hüzünlenir. “Nasreddin Hoca, Puşkin, Mitler ve Efsaneler, Hemingway ,Silahlara Veda…”

Eskiden insanlar kitap almak için sıraya girerlerdi”.
Rimma’nın eşi de nerede kitap bulsa eve getirirmiş. Rimma, 77 yaşına kadar çalışmıştır. Artık okuyabilecek gözü kalmamıştır. “Katia ve Rimma” gerçekten etkileyici bir hayat hikayesi olmasının yanı sıra kişisel hikayelerin ardında nasıl bir tarihsel toplumsal gerçeklik yattığını bize hatırlatan çok başarılı bir belgesel.

“Herşey Burada” – “Tutti E Qui”

Ülkemizde yaşanan deprem bizleri derin bir yasa boğdu. 6 Şubat’ta meydana gelen deprem, gerçekten büyük bir yıkım ve acı getirdi. Ölenlerin yasını uzun süre tutmamız, toplumsal vicdanımız için büyük bir gereklilik. Depremden sağ olarak kurtulan insanlarımız için de elimizden ne geliyorsa yapmamız gerekiyor. Bunca insanın hayatını, yakınlarını kaybetmesine neden olan bu korkunç yıkımın sorumlularının hesap vermesi gerekiyor.
İtalya merkezde 2016 yılında 6.5 şiddetinde bir deprem oldu. Daha çok kırsal kesimi ve kasabaları etkileyen bu depremin büyüklüğü ve yarattığı yıkım, bizim kaybımızın yanından bile geçemez.

Yönetmen Silvia Luciani “Herşey Burada” (Tutti e Qui) belgeselinde, ülkede elli yıldır görülmeyen bir şiddetteki bu depremin izlerini San Giovanni kasabasında sürüyor. Depremin üzerinden altı yıl geçmiş olmasına rağmen hemen hiçbir şey yapılmamış. Filmin iki ana kahramanından biri olan Frederica’nın öğretmenlik yaptığı çocuk yuvası hala bir çadırda eğitim veriyor. Yalnız yaşayan 85 yaşındaki Maria evi de dahi her şeyini kaybetmiş. Köyde ve bölgede yaşayan binlerce insanın göç etmelerine rağmen onlar yıkıntılar içindeki bu köyde yaşamaya devam ediyorlar. Frederica, bütün mücadelelerine rağmen yeni bir yuva binasını yaptırmaya başarılı olamamış ve 10 kadar küçük çocuğun eğitimine çadırda devam ediyor. Maria, ona verilen konteynırda oturup, hemen yakınındaki derme çatma yerlerde, keçilerini ve tavuklarını besliyor.

Köyde hiçbir bina yenilenmemiş. Depremden sonra doğan bu çocuklar bu harabelerin içinde eğitim alıyorlar. Depremin ne olduğunu biliyorlar. Yarattığı hasarı gözlemleyebiliyorlar. Yaşlı kadın Maria, hayvanlarına büyük bir sevgiyle bağlı. Çok zor yürümesine rağmen hem hayvanlarına hem de kendine bakabiliyor. Hastalandığı zaman doktor geliyor. Hastaneye gitmeleri gerektiğini söylüyor. Ama Maria kabul etmiyor. Evinde yatağında ölmek istediğini söylüyor. Depremden sonra da kovid salgını başladığı için, burada kalan bu iki kadın iyice izole olmuş. Ne hükümet, ne de yerel yönetim onlar için hiçbir şey yapmamış.

Frederica hala yapılacak okulun hayalini kuruyor, bu hayali çocuklarla da paylaşıyor. Maria gündelik yaşamını sürdürüyor. Böylece 4 mevsim geçiyor. Bahar geldiğinde çocukların doğada keyifli bir yürüyüşüne tanık oluyoruz. Maria da çamaşırlarını yıkamış bahçeye asıyor.

Filmin genel iyimser bir havası var; Kırsal bir hayat, doğayla iç içe yaşayan, yaşamı umutla sürdürmeye devam eden insanları ve çocukların yaşam sevincini yansıttığı için. Nitekim yönetmen de çocukların dünyayı keşfedişleri ve imgelem zenginliğini gözler önüne sürerken, her şeye rağmen ayakta kalıp mücadele eden iki kadını merkeze almakla ve doğanın iyileştirici gücünü yansıtmakla seyirciye her şeye rağmen umut aşılıyor. Ülkemizde yaşanan depremin boyutuyla karşılaştırılamaz ölçekte bir depremin 6 yıl sonra hala yaralarının sarılmaması bize aslında halihazırda Batılı refah devletlerinin nasıl büyük bir kriz içinde olduğunu da gösteriyor.

“Sessizlik”(Un Silence)

Letonyalı bir anne ve Fransız bir babadan doğan Fransız yönetmen Sophie Catherine Gallet, Fransız kültürü ile büyümüş, ama annesi Letoncayı ve leton kültürünü öğrenmesini sağlamış ve Letonya ziyaretleri çocukluğunun masal dünyası imgelemini süslemiş ve beslemiş. Kendisi Letonya’yı “çocukluğumun El Dorado’su” olarak nitelendiriyor.

Letonya’da da diğer Baltık ülkeleri gibi 1989 sonrası bağımsızlıklarını kazanma süreci içinde kültürel aidiyetlerine büyük önem verme, yeniden yaşatma gibi atılımlar söz konusu. Yönetmenin baba tarafından büyükbabası Fransız direnişçisi imiş ve tutuklanıp Buchenwald toplama kampında ölmüş. Annesinin büyük babası ise, 2. Dünya Savaşı sonrası, Letonya’nın Sovyet yönetimine girmesinden sonra, Sibirya’ya sürgüne yollanmış. Ailesinin içinde bulunduğu bu ikilem yönetmenin içinde sessizce birikmiş.

Sovyet yönetiminin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan Letonya’nın başkenti Riga, şimdilerde bölünmüş bir kent görünümünde. 20. yüzyılın başında Rus imparatorluğu içinde yer alan Letonya, ilk kez Sovyet döneminde bağımsızlığını kazanmış, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, tekrar Sovyetler Birliği hakimiyetine girmiş, 1989 yılında ise bağımsızlığını ilan etmiş. Ülkede yaşayan Ruslar, Letonyalılardan uzak, izole bir yaşam sürüyorlar. Letonca öğrenmeyi reddediyorlar. Riga’nın yakınlarında, boşaltılan Sovyet askeri üsünden kalan, terkedilmiş yerleşim yeri bu bölünmüşlüğü çok iyi anlatıyor. Ülke Ruslarla Letonyalılar arasında bölünmüş.
Ancak yönetmen, kendine hiç anlatılmamış bir tarihi keşfediyor. Ruslar tarafından terk edilmiş hayalet yerleşim yerlerini ve hiç bir kamu taşıtının gitmediği, İkinci Dünya Savaşı sırasında tüm Baltık ülkelerinde İsrail ve Sovyet yönetimi tarafından yapılmış, Yahudi soykırımı ile ilgili, ormanın içinde kaybolup gitmiş anıtları ilk defa görüyor. Film bize bu sarsıcı kavrayış sürecini anlatıyor. Alman işgali sırasında,Baltık denizi kıyısındaki sığınaklar, ormanın derinliklerinde kaybolan mezarsız ölüler…

Günümüz Letonya’sında Nazilerin kamplara kapatıp, aç bırakıp, işkence yapıp öldürdüğü Yahudi, komünist, çingene ve diğer muhalif azınlıktan hiç söz edilmemesi, hele toplumun büyük çoğunluğunun o zaman yapılan bu vahşi katliama katılımda bulunması, çok az sayıda Letonyalı’nın bu insanları koruyup saklaması, toplamda 70 bin kişiden fazla öldürülen insanın utanç verici bir biçimde unutturulmaya çalışılması ve bu konuda çok başarılı olunması, “Sessizlik” filminin ana temasını oluşturuyor. Yönetmenin anneannesi de o günlerde babasının Nazi polisine katıldığını kulağına gizlice fısıldıyor. Bu bilgiyi yönetmen arşiv kayıtlarından da doğruluyor.

O zamanlar henüz çok küçük yaşlarda olan büyükanne, sokakta gördüğü üstü başı yırtık perişan, aç Rus askerlerini ve buna karşın temiz üniformalı, traşlı, sağlıklı Alman askerlerini hatırlıyor. Katliam, toplumun hafızasından silinmiş. Binlerce ölünün yattığı yerler artık bir orman olmuş. Film, 28 dakikada olanca dürüstlüğü ve içtenliğiyle bu gizlenmiş, sessizliğe terk edilmiş tarihi ve tarihsel tanıklığı yönetmenin kendi sesi ve tanıklığı eşliğinde, nefes nefese anlatıyor. “Sessizlik” filminin anlattığı bu gerçeklik, Nazi işgali sırasında diğer Baltık ülkeleri için de geçerli.

Bu üç güzel ülkenin unutturulmaya çalışılan tarihsel gerçekliği, aynı zamanda bu ülkelerin Nato’nun ileri karakolu olmaları konusundaki halihazırdaki gelişmeleri de açıklıyor. Film, tarihten ders almak bir yana, tekrar tekrar aynı savaş, aldatma, katliam ve tarihin yeniden ve yeniden yeniden yazıldığı acı gerçeğini düşündürdüğü için oldukça değerli.

facebook
Twitter