13. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin Ardından

Yazar: Sezen Sayınalp

Bu yıl 13.sü gerçekleştirilen Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, adalet temasının merkezde olduğu filmlerle oluşturulan çeşitli bölümlerin yer aldığı kapsamlı seçkisiyle 17-23 Kasım 2023 tarihlerinde İstanbul’da izleyicilerle buluştu. Hem uzun hem de kısa metraj filmlere seçkisinde yer veren festival, gündemi takip eden anlayışıyla filmlerin izini sürdüğü adalet, özgürlük, barış, eşitlik gibi kavramlar hakkında düşünce alanları yarattı. Yerli ve yabancı filmlerle oluşturulan bölümlerde özellikle yarışma filmlerinden bazılarının ekipleriyle beraber gösterimlerin ardından yapılan soru cevap oturumları, filmler ve izleyiciler arasında fikir alışverişinin görünür kılındığı bir ortama da sahne oldu.

Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin ana bölümlerinden biri de Uluslararası Altın Terazi Uzun Metraj Yarışma Film Yarışması. Yarışma seçkisinde bu sene dokuz film yer aldı. Göçmenlik, cinsiyet eşitsizliği, gelir adaletsizliği, savaş, özgürlük, insan hakları gibi yaşamla ilgili birçok temel meselenin yer aldığı hikâyeler izledik bu dokuz film vesilesiyle. Festivalin sonuna geldiğimizde ise Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması En İyi Film Ödülü’nü Ali Asgari ve Alireza Khatami yönetmenliğindeki Ayeh Haye Zamini (Fani Dizeler) alırken, SİYAD Ödülü de Sepideh Farsi yönetmenliğindeki La Sirène’in (Deniz Kızı) oldu. Ben de festivalin ardından bu iki filme dair izlenimlerimi paylaşmak isterim.

Ayeh Haye Zamini: Çerçevenin Mücadele Alanı

Ali Asgari ve Alireza Khatami imzalı Ayeh Haye Zamimi, ilk gösterimini geçtiğimiz sene 76. Cannes Film Festivali’nin Un Certain Regard (Belirli Bir Bakış) bölümünde gerçekleştirmişti. Epizodik bir biçimle ortaya koyulan insan hikâyeleri İran İslam Cumhuriyeti’nde gündelik yaşama dair bir pencere açıyor. Bu yüzdendir ki filmin yönetmenlerinden Ali Asgari, bu filmin ardından pasaportuna el konulduğu için festivale katılamadı.

Ayeh Haye Zamimi’de aslında bir insanın doğumundan yaşlılığına kadar ilerleyen süreçteki farklı tabloları ve birbirinden ayrı -ama ortaklığı bulunan- yaşam hikâyelerini izliyoruz. Evet, her epizodda farklı bir özne ve her öznenin karşısında mücadele etmek durumunda kaldığı değişik zorluklar var ancak hepsinin ortak noktası muktedirin kurallarıyla baskılanmaya çalışılan bireyler olmaları. Bu yüzden de filmin ortaya koyduğu biçimsel tercihler bu hayat yolculuğunda hem İran’daki gündelik hayatın sosyal ve siyasal açıdan işleyişini hem de çocuk yaşlı demeden herkesi etkisine alan, yaşamı hedef tahtasına koyan işleyişinin çıplak gerçekliğini gözlerimizin önüne getiriyor. Yeni doğan bir bebeğe nüfus dairesinde isim alırken başlayan hikâye, isim yasaklarıyla hayata merhaba diyen bir bebeğin izinde, çocuk olma hakkı elinden alınan bir kız çocuğunu, cinsiyet rollerine uymaya zorlanan insanları, çalışma hakkı taciz edilen genç bir kadını, bedeni ve varlığı üzerindeki hakları elinden alınan kişileri yani herkesi öznesi yapıyor. Bu özne olma durumunda da filmin kadrajları en az hikâyesi kadar önemli bir rol oynuyor. Her epizodda o hikâyenin öznesini kadrajın tam merkezinde gördüğümüz görsel üslup, kadraja başka birini dahil etmekten imtina ediyor. O hikâye ve karşılaşılan o işleyiş öznelerle beraber kadrajın içindeler. Sistemin ve rejimin görünmez kılmaya çalıştığı bireylerin inadına görünür olduğu, merkezden seslendikleri biçimsel bir tercih bu. Sesini duyuran, sistemin gözlerinin içine bakan, başını eğmeyen, geri adım atmayan, varlığını inkâr etmeyen bir görünme hâli.

Kadrajın gördüğümüz kısmı ne kadar önemliyse çerçevenin dışında kalan görmediğimiz alanları da var. Kadrajın dışında kalanlar ama kadraja etkisi devam edenler. Bakışlarını ve sorularını öznelere yöneltmiş iktidar alanı diyebiliriz bu kadraj dışındaki sesler için. Rejimin çizdiği sistemde kadrajın çerçevesini daraltan, yaşam alanına müdahil olmaya çalışan sesler bütünü esasen bu konum. Görmüyoruz ama hissediyoruz. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Birebir görmemiz, yani o sistemin işletilmesine aracılık eden biriyle karşı karşıya gelmemiz değildir aslında mühim olan. Onun aracılık ettiği kurallar ve yasaklar bütünü, karşılaştığımız insanların da üstünde konumlanır. Kendini özneden öteye konumlandırmış bir yasaklar zincirdir bu. Varoluşu değil silikleşmeyi ve görünmez olmayı öne koyan bir yapı. O yüzden de kadrajın dışında herhangi bir benlik hâlinden de söz edemiyoruz. Duyduğumuz sesler hem o seslerle muhatap olan kahramanları sistemle baskılamaya çalışan bir mevkiye işaret ediyor hem de biz izleyicilerin konumunu boyutlandırıyor. Biz de kadrajın ortasındaki kahramanlar gibi onların yalnızca seslerini duyuyoruz. Ancak o seslerin konumunda durarak kahramanlara bakıyoruz. Yani muktedir olma hâliyle de yüzleştiren ve bizi çerçevenin dışına atıp bu tabloyu tam karşıdan izleten bir tercihten de bahsedebiliriz. Kadrajın içinde fark etmediğimiz ayrıntıların daha da görünür olduğu bir alan da bulabiliriz. Bu alanı bulmaktan ya da görünür kılmaktan bahsederken Ayeh Haye Zamimi’nin bunu başarıyla gerçekleştirdiğini söyleyebilirim. Bu buz gibi gerçekliği paylaşırken nefes alma alanları yaratan mizahi üslubu ise tüm filmin genel tonunu belirliyor. Çerçeveye sıkıştırılan anların, epizodların ve yaşamların gerçekliği ve mücadelesi filmin mizahi üslubuyla beraber sistemle dalgasını geçen bir tablo da ortaya koyuyor.

La Sirène: Başka Denizlere Doğru

Sepideh Farsi yönetmenliğindeki La Sirène, ilk gösterimini 73. Berlin Uluslararası Film Festivali’nin Panorama bölümünde gerçekleştirmişti. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin seçkisinde de en çok konuşulan filmlerden biri oldu. Farsi’nin animasyon türündeki filminin merkezinde savaş var. 1980 yılında başlayan Irak-İran Savaşı’na odaklanan hikâyede Abadan’ın bombalanmasının ardından orayı terk etmek zorunda bırakılan halkın hayatta kalma mücadelesini izliyoruz.

Geçmişten günümüze hâlâ insanlığın merkezinde olan bir konu savaş. Yaşamı savunan, barışla yan yana duran sesleri çıkarları için bastırmaya çalışan erkin elindeki en büyük, en yıkıcı ve en karanlık koz. Abadan’daki insanlar da bu karanlıkla karşılaştıkları anda ne yapacaklarını bilemez bir hâlde kalıyorlar önce. Filmdeki karakterlerin çoğuyla tanıştığımız sahneler bunlar. Baş kahraman Omid’den, şehrin ve ülkenin sesiyle nam salmış Diva’sına kadar onun iletişim kurduğu insanlara uzanan bu yolculukta alıştıkları, doğdukları, büyüdükleri toprakları bırakıp gitmek zorunda kalmanın ağırlığı da onlara eşlik ediyor. Gidilecek yollar ve geçilecek denizler de güvenli değil üstelik. Onlara söylenen bir gemiye ulaşma amacı taşıyan halk, Omid’in büyük gayretiyle Abadan’dan çıkabilmek için kendi geçmişleriyle de vedalaşmak durumunda kalıyorlar. Bu noktada filmin türünden ve görsel tercihlerinden de bahsetmek gerek. Böylesine yoğun, dramatik bir hikâyenin animasyon türünde oluşturulması savaş ortamına ve Abadan şehrinin 1980’lerdeki hâlinin tümüyle yeniden kurulmasına olanak sağlıyor. Çünkü bombalamaların, çatışmanın ve devamlı hareketin olduğu bir hikâyede tüm bir şehri savaş ortamına dönüştürebilmek animasyon türüyle daha detaylı ve daha belirgin görselleştirilebiliyor ki La Sirène de bunu başarmış. Filmin kırmızın tonlarındaki renk paleti de yine animasyonun oluşturduğu imkânlarla beraber savaşın ve ateşin yükseldiği anlara ve kentlerin durumuna dair tedirgin edici bir sinematografiyle buluşturuyor izleyenleri.

Tüm bunlarla beraber Sepideh Farsi’nin yönetmenliğinde gözden kaçırmamamız gereken bir nokta da kahramanlarının hikâyesini kurban karakterler anlatısına dönüştürmemesi. Filmde kurban değil hayatta kalan hikâyeleri izlediğimizi bize her sahnede hatırlatan bir yönetmenlikle karşılaşıyoruz. Hayatta kalma, vedalaşma, dayanışma ve hayatı yeniden kuran direnci yakalama hikâyesi izliyoruz her karakterle birlikte. Aynı zamanda hafızaya dair bir hikâye bu. Savaşın yıllar öncesinde başlayan prologla hem o topraklara ve o toprakların birbirleriyle kesişen öznelerine dair bir hatırlama alanı oluşuyor hem de savaşın yıkıcılığını savaşın öznelerinin konumları aracılığıyla görünür kılınıyor. Toprağı bırakmanın yası, göçün belirsizliği, yaşamın gücü ve mücadelenin önemiyle yol alınan bir Nuh’un Gemisi hikâyesi oluşuyor böylelikle. Bu durum ise filmin gerçekliğini, gerçekliği gölgelemeyen aksine mücadelenin altını çizen halk masalları-vari tonuyla perdeye yansıtıyor.

Hem Ayeh Haye Zamini’deki hem La Sirène’deki temalar maalesef bu coğrafyaya hâlâ hiç yabancı değil. Yaşamın ve barışın yüceltildiği günleri görebilmek ise hepimizin en büyük dileği.

facebook
Twitter